Dedem Türkçe okur – yazar değildi..





Dedem Şahin Özdemir, 1899-1977

Dedem Şahin Özdemir, Mahmut Kahya’nın dokuz çocuğunun Abdulkadir’den sonra ikinci büyük çocuğuydu.   

Bir seksen boylarında, mavi gözlü, beyaz tenli, güleç yüzlü ve keldi.
Onatlı yaşlarında askere alındığı, Kurtuluş Savaşında iki seneye yakın cepheden cepheye mitralyöz sırtında gezdiği, cephenin birinde kasığından şarapnel parçası yediği anlatılırdı.
Amcalarım,  “Gazi Madalyası ” için bir müddet uğraşmışlar, ancak alamamışlardı. Hatırladığım kadarıyla bunun nedeni araştırdıklarında; O zamanlar, Sinop havalisi askeri bakımdan Kastamonu’ya bağlıymış. Köyün gençlerini askere almak için geldiklerinde, direnmeler olmuş. Raporlar, Kastamonu’da değerlendirildiğinde dedem de ceza almış. Sonradan askere gitmiş, gelmiş ama cezası silinmediği için, bu haktan mahrum olmuş.

Askerlik dönüşü, Gerze- Erikli' den Abaza kökenli babaannem Elmas ( Çığmaz) Hanımı kaçırarak evlenmiş (1926). Beş erkek, bir kız çocukları; İsmet, Dilaver, Meliha, Özden, Erdem, İlyas oldu.  
Köy düzeni içinde tarlalar ve değirmenimizle uğraşırken, romatizma hastalığına yakalandı.                       
Ben bildim bileli, sobası devamlı yanarken, başında beresi, kalın bir yorganın altında öylece yatardı. Evin girişinin sağındaki odasında;  ocak ve ördek soba, sırları dö­külmüş  ıhlamur kaynattığı  mavi renkli eski bir çaydanlık. Yanında normalinden  uzunca bir maşa. Yatağının yanındaki duvarda iki geyikli kırmızı bir duvar halı. Yatağın altında tütün kıydığı bir tahta ve keskin bir bıçak.
Tavanda sepetin içinde zaman zaman okuduğu sayfaları sararmış kalınca bir Kuran. Tahta bir köşeliğe yerleştirilmiş ve sadece haber saatlerinde açılan Philips (siyah beyaz) pilli bir radyo. İki pencerenin ortasında her akşam üstü hohlana hohlana  camı silinen, gazı yenilenen bir gaz lambası.  Yerde eski bir hasır kilim. Pencerenin önünde sedir vardı.
Yaz ayları rüzgarı kollayarak çok nadir dışarı çıkardı. Hangi derdine iyi gelirdi bilmiyorum dedem kirpi yerdi.
Kahverengi paltosu kalın, uzun ve ağırdı. Yağının yanındaki pencereden de görebildiği mevsiminde açan kırmızı bir gül fidanı vardı.
Uzun kış geceleri titreyen lambanın kör ışıkları altında, yerde yediğimiz yemeğin ardından, her akşam  matematik işlemleri yaptığımız sarı defter, formları sökülmüş - yıpranmış bir dünya atlası ve bitti bitecek kurşun kalem çıkar; savaş yorgunu, romatizma vurgunu,  bir seksenlik dedem başlardı öğretmenliğe..
Yattığı yerden Anadolunun  dağlarını, ovalarını, nehirlerini, şehirlerini, kasabalarını sorardı.                        
Biz, üç amcaoğlu, yönümüzü Ankara’ya göre ayarlar; “aşağısında - yukarısında, bu tarafında - o tarafında  diye söylediği noktaları bulurduk.
Sanki haritayı o çizmişti !
Neyin nerede, ne tarafında, neye yakın neye uzak tek tek hepsini bilirdi. Lambanın titrek ışıkları altında üç kafa;  yazıları silik, başı sonu olmayan bu haritada bize söylenen o yeri bulmaya çalışırdık. Bazen bulamazdık, “ Dedöv böyle bir yer yok ! “ dediğimizde eli hemen meşhur maşasına gider,   Mır ayleker bo utka (aptal bu çocuklar) “  Orası bir yere gitmez iyi bakın, maşa geliyor! “ derdi.
Biz, korkudan daha dikkatli araştırır söylediği noktayı bulurduk.
Dedem sanki tarih, matematik ve coğrafya öğretmeniydi!
Şaşardım.
Dedöv hiç bir yere gitmezdi, bu kadar yeri  ve şeyi nereden, nasıl  bilebiliyordu ?
Bunu yıllarca bir türlü çözemedim.
Çocuk aklımla, “Harita eski, dedem yaşlı, devamlı da yatıyor, baka baka öğrendi herhalde “ diye düşünürdüm.
Dedem romatizma hastasıydı. Yaz kış yanan sobanın yanındaki yatağından sadece tuvalet ihtiyacı için kalkardı. Başının üzerindeki beşe-ona asılı küçük sepeti indirtir, sayfaları solmuş kalın beyaz bir kitabı, bohçasından itina ile çıkartır, işaret parmağını yalayarak bıraktığı sayfayı bulur, mırıl mırıl okurdu. 
Dedem Türkçe okur –yazar değildi, ne okurdu, neden arada içini çekerdi, ne mırıldanırdı? Okula başlayıncaya kadar anlamamıştım.
Dedöv haritanın kapağını bir kez olsun açmamıştı,  matematik işaretlerini görse bile tanımazdı ama ne öğrendiyse askerlikte Türkiye'nin dört bir tarafından gelmiş olan asker arkadaşlarından öğrenmişti.!
Kalabalık bir aileydik.
Hemen evimizin avlu girişinde küçük bir mescit vardı.
Bizim evde namaza bayramdan bayrama gidilirdi. Oruç tutulurdu, ama tutmayan da vardı. Kimsenin ibadetine karışılmazdı.

Dedeme tanıdığım - tanımadığım ziyaretçileri gelirdi. O ziyaret muhabbetlerinde Çerkesce konuşulur, biz de konuşulanları anlamaya çalışırdık. Bazen, Türkçe bir kelimenin Çerkescesi üzerine saatlerce konuşulurdu.
Köprübaşı’ndan at üzerinde gelen akrabalar O’nun için özeldi. Çok konuşkan bir adam olmayan dedemin adeta dili çözülür, sürekli konuşurdu.

Bir başka hatırladığım da; Ramazan aylarında Konukman’lar  (Aziz abinin dedesi olabilir) Dedöv’ü yemeğe alırlardı. Bu dostlukları nereden gelirdi? Bilmiyorum.

Dedöv’ün yatağının altındaki tahta kutunun içinde kıyılmış- kıyılacak tütün destesi, küçücük bir kıyma tezgahı, işleye işleye incelmiş bir bıçak, biley taşı ve neredeyse sayılı kağıt destesi vardı. Her gün o tahta kutuyu çıkarır, önüne koyar, büyük bir maharetle tütünü kıyar, sobanın yanına serer kuruturdu. Ziyaretine gelenler desteler, hevenklerle tütün getirirlerdi. Üzerinde aslan resmi olan sigara kağıdı azaldığında panik başlıyordu. Ama nereden, nasıl buluyorlardı bilmiyorum ‘kaçak kağıt’ bir yerlerden geliyordu. 
Biz de Dedöv’ün tütününü küçük küçük kaçırıyoruz. Ama fark edilir diye kağıda dokunamıyoruz. Ne yapacağız? Az kurumuş  kavlan (çınar)  yaprağına püro gibi sarıp içiyoruz. Bir gün yakalandık. Babam elinde övendire ile bize  avluyu dar ederken, Dedöv yattığı yerden doğrulup,  yevvöy, yevvöy.. “ diyordu.


Evimizin önü,







Mahmut Kahya’nın iki oğlu Şahin ve Nuri tarafından kullanılan avlunun tam ortasında idi.
Aile büyünce dedem Şahin paskanın üst tarafına, küçük dedem Nuri alt tarafına evlerini yapmışlar.
Babamın bu paskada, sıtmanın kol gezdiği bir zamanda doğduğu anlatılırdı.
Paska benim çocukluk dönemime kadar kullanıldı.

Dedemin evine hemen bitişik bir kuruluk vardı. Tütün tarımı yaptığımız zamanlar (1970’li yıllar) kuruması için tavlaya çıkarılan tütünlükler akşam olunca buraya alınırdı. Kuruluk aynı zamanda öküz arabasının, zelvenin, boyunduruğun, karasabanın koyulduğu yerdi.
Kuruluğun yanında iki gözlü bir dam vardı. Zaman içerisinde inek, öküz ve kömüşlerimiz oldu. İnekleri bazen ilkokulun oradaki tarlaya, bazen Göçkün’deki,bazen göletin üst tarafındaki otlağa sabah koyup, akşam alırdık. Damın yanında kümeste tavuk, hindi, ördek ve kaz.

Evimizin karşısında Usuran Dedenin yaşlı kış armutları vardı. Bir keresinde Erdem Amcam bu armutların dalları arasında yazın yatmak için bir yer yapmıştı.

 *Paska; bir odası yaşam alanı, diğer odası hayvanların barındığı, tek katlı, ağaçtan basit bir ev.

Kevser Yalçin Karadaş Yazılarınızı takipdeyim; yevvöy, yevyöy değince aklıma geleni bende yazayım. Amcamın hanımını Dağyerine Bekir ve Nuri dayılara götürmüşler. Bekir dayının eşi haminne nine vardı, konuşmasında yevvöyuş, yevyöy'ü Çerkezce şiveyle söylemiş. Yengemde; zaten Dağyerinin konumu yama-yokuş bunu herkes biliyor, niye ikide bir tekrarlıyor ki yama-yokuş olduğunu demiş.. Bekir dayı ve haminnenin ve Nuri dayımızın eşi Ayşe yengemizin mekanı cennet olsun...

Izzet Sun Rahmetli Dedem Huaj Mahmut tam bir tütün meraklısıydı nerelerden tütün bulur getirir evin merdivenlerinde ince ince kıyar kuruturdu .O zaman hatırlıyorum koyu yesil bir tütün bulmustu bir nefes cektim boğulacaktım.
Memet Yıldız Engin kardeşim sizlere ve Bektaşağadaki tüm Şınaholara selamlar....
Ali Küçükdemirci  mir ğeti vüne elog
İclal Başar Aksoy Offf off Engin yaaa zaten annemi cok ozledim kokusu burnumda... boyle seyler yazma


1971.Ayaktaki Sezer, Ümit ile Mahmut güreşir gibi, ben atrenör gibi..
Çocukluğumuzun geçtiği ev

Şahin Dedemin evinin önündeki geniş avluya; birbirine paralel uzanan  genç ve düzgün gürgen ağaçlarından seçilen 7-8m uzunluğundaki ağaçlardan yapılan adına ‘gerede’ dediğimiz kapıdan girilirdi.
Yığma kagir, iki katlı, dışı saman toprak karışımı sıvalı, beyaz badanalı evdi. Cephesi güneye bakardı. Sağ tarafında kuruluk, dam ve kümes sağ tarafında erik ağaçları vardı. Bu fotoğrafta yok ama Dedöv'ün odasının önünde bir üzüm asması vardı.

Giriş kapısı yüksekçe, işlemeli ve sol kanadının üzerinde çıngıraklı bir zil vardı.
Kapının sağ tarafındaki oda dedemin odasıydı. Odanın içinde, kapının arkasında yastık- yorgan konulan  yüklük’ dediğimiz iki kanatlı dolap, dolabın yanında ocak vardı.
Odanın kapısına bakan köşede dedemin yatağı. Avluya bakan iki pencerenin önü boyunca uzanan tahta sedir vardı. Kapının hemen sağındaki rafta  haberden habere açılan Philips marka radyo. Tavandaki beşeo-ndaki çiviye takılı bir sepet, sepetin içinde beze sarılı eski bir Kuranı Kerim. Yerde hasır seriliydi.

Soldaki oda mutfaktı. Kapısının arkasında büyükçe bir dolap, dolabın yanında bir ocak, ocağın yanında tekrar küçük bir dolap vardı. Büyük dolapta kapkacak muhafaza edilirdi. Küçük dolapta, ocakta ısınan su ile banyo yapardık. Ocağın karşısındaki pencerenin önünde tahta bir sedir vardı. Kış günleri, yüzümüz ocakta yanarken sırtımız üşürdü.

Giriş kapısının karşısında tuvalet, "peşgün" dediğimiz dar bir bölüm vardı. Tuvaletin dibi görünürdü. Özel bir nedeni var mıydı bilmem, tuvaletin yanında meyvesi yenmeyen bir incir ağacı vardı. 
Su, kuyudan bakraçlarla eve taşınırdı. El yıkamak için kullandığımız peşgündeki musluklu dikdörtgen küpe dökülürdü. Bu küp, yaklaşık iki bakraç su alırdı. Önünde tahtadan bir gider vardı. Peşgünde yayık, toprak çömlekler, pasta yaptığımız çöğen-bela, hovben dövülen taş takımı, kazan vs. vardı.

İkinci kata çıkan merdivenin her basamağı bastıkça yaylanır, merdivenin altı tütünlük-ardiye idi. Yukarı katta geniş bir salon –tuvalet - lavabo.
Salonun tavanı ağaç işlemeli. Dedemin odasının üstündeki oda misafir odası idi. Altı çekmeceli büyükçe bir konsol-ayna takımı, kocaman bir yatak vardı.

Mutfağın üstündeki oda büyük amcam İsmet’indi. Yere serilen yün yatağın içinde,  iki amcaoğlu ile iki baş bir tarafa bir baş bir tarafa burada yatardık. Pencereleri rüzgarda sallanırken yorgan, kuvvetli olan tarafın  üzerinde kalırdı (!)

Afiyet Yengem, aşağıdan kahvaltıya çağırırdı. Kalkmazdık. Amcam seslenirdi, kalkmazdık. Taaa ki, aşağıdan bir sopanın tavana vurma sesini duyana kadar. Amcaoğlu Mahmut, her sabah duymaya alışık olduğumuz “ Yine ne var, ne var.. Bi rahat uyuyamayacak mıyız yav?”  çıkışına, yengem aşağıdan cevap verirdi; “İnekler durmuyor oğlum.”
Önce o aşağıya inerdi, sonra ben. Sonra sesini hiç çıkarmadan üç-beş dakika daha gözünü kapalı tutan amcaoğlu Ümit.

Amcakızı Sezer’in hizmet ettiği orta büyüklükteki yer sofrasında genellikle; tarhana çorbası, soğuk süt ve çerkes pastası, ekmek-pekmez, ekmek - kuru çerkes peyniri yerdik. Beyaz ekmek yoktu. Ekmek, evin karşısındaki fırında pişerdi. 
Yengem,  babanneme ( Nan) ve dedeme (Dedöv) hizmet ederdi. Dedöv, mavi gözlerini yattığı yerden gördüğü dış kapıya diker, sessiz ve sakin çıkışımızı izlerdi. İsmet Amcam, kahvaltıdan sonra günün planını yapardı.

Zafer Ozcan O gerededen az gecmedik bizde. Hala unutmam orda yedigim tereyagli misir ekmeginin tadini. Sevgiler ve kucak dolusu selamlar Engin agbi.








Yorumlar

Popüler Yayınlar